3 Kasım 2008 Pazartesi

Bölüm 10

İki cüppeli silüet, tipik Tatooine mimarisini yansıtan tek katlı binaya girdi. Yapı güçlü çöl rüzgarlarının taşıdığı kumların altına gömülmüş gibi duruyordu.
Girdikleri odada birkaç hurda metal parçası bir köşeye yığılmıştı. Zemin, rüzgarın kapının altından üflediği ince bir kum tabakasıyla kaplıydı. Üstü kağıtlarla kaplı ahşap bir tezgahın arkasındaki iskemlede oturan bir Weequey başını duvara dayamış, uyuyordu.
Klo, hurdacılardaki o bildik sıcak metal kokusunu almak için havayı kokladı; ne yanmış yağ kokusu, ne kaynak makinesiyle kesilen metalden yükselen o keskin koku… hiçbir şey yoktu. Etraf da hurdacılarda hiç görülmedik biçimde derli toplu ve temizdi. “Doğru iz üzerindeyiz,” diye düşündü.

Gözlerini kırpıştırarak iskemlesinde doğrulan Weequey, etekleri yerleri süpüren iki kahverengi cüppeliye dikti gözlerini. Jedi’ların neden geldiklerini tahmin edebiliyordu. Yumuşak,hafifçe yaltaklanan bir sesle, “Nasıl yardımcı olabilirim?” diye sordu. Konuşurken iskemlesinden kalkmıştı.

“Zelan Granm’i arıyoruz.”

“Granm’den ne istiyorsunuz?” Weequey meraklanmıştı.

Klo onun sorusuna aldırmadan “Nerede olduğunu biliyor musun?” diye ısrar etti.

Tezgahın arkasından çıkan Weequey’in ustasına yaklaştığını gören Karen’ın eli kılıcına gitmişti ama tehlike olmadığını hissedince gerilmiş bedeni gevşedi.

Weequey alçak fakat tehditkar bir sesle, “O Banta pisliğinin yerini bilseydim emin ol onunla önce ben konuşurdum!” Klo’nun kaşlarını kaldırarak sorar gibi baktığını görünce “Bana kazık attı,” diye açıkladı. “Barda yanıma gelip içki ısmarladı. Öyle karlı işlerden söz ediyordu ki, biraz da içkinin etkisiyle belki, fazla sorgulamadan teklifini kabul ettim. Meğerse benim iş yerimi kaçak silahları satmak için kullanmak niyetindeymiş. Üstelik niyetini gerçekleştirmiş de. Hem de burnumun dibinde! İşin farkına vardığımda o çoktan çekip gitmişti.”

“Ve şimdi nerede olduğunu bilmiyorsun.”

“Dedim ya, bilseydim şimdi burada olmazdım.” Sararmış dişlerini göstererek sırıttı. “Kazıklanan yalnız ben değilim galiba.”

Klo,”İşbirliğin için teşekkürler,”diye başıyla kısaca selamlayıp kapıya doğru yürüdü.

Jedi’ların arkasından “Benim için zevkti,” diye mırıldandı Weequey.

Karen bütün konuşma sırasında ağzını açmadan bu garip yaratığı izlemişti. Adamın yalan söylediğini anlamak için Güç’ü kullanmaya bile gerek yoktu.

Dışarı çıktıklarında Klo,”Vericiyi yerleştirebildin mi?” diye sordu.

“Siz konuşturarak onu oyalarken tezgahın altına tutturdum.”

Sözünü ettikleri aygıt bir fındık büyüklüğündeydi ve comlink ya da başka bir iletişim aracı yakınında çalıştığında faaliyete geçiyor, gelen sinyalleri izleyerek arayanın bulunduğu yerin koordinatlarını vericiye yerleştirene iletiyordu. Biraz ilerideki binaların gölgesine sığındıklarında Klo, kemerinden küçük bir alıcı çıkarıp açtı ve vericinin yollayacağı koordinatları görmek için dikkatle baktı. Ekranda rakamların belirmesi uzun sürmedi. “Tam düşündüğüm gibi. Hemen aradı ortağını.”

Karen ustasının omzunun üstünden ekrana baktı. “Anchorhead uzay limanı.”

-------------------

Anchorhead uzay limanı, dibine yakın bir yerden kesilmiş büyük bir koniyi andırıyordu. Yukarıdan bakıldığında, eşit geometrik bölümlere ayrılmış iniş pistleri ve sürekli hareket halindeki personeliyle bir karınca yuvası gibiydi. Pistleri ayıran duvarlar yayaların yürümesi için açılmış tünellerin üzerine inşa edilmişti ve her duvarın üzerinde ayrıca yaya yolu vardı. Büyük kontrol kulesi geniş merdivenli girişin hemen üstünde yükselmekteydi. Binanın yer yer dökülmüş beyaz kaplaması, limanın zorlu koşullara ve bakımsızlığa rağmen ayakta kalabildiğini gösteriyordu.

Klo ve Karen merdivenleri çıkarken Usta elindeki alıcının ekranında halkalar halinde titreşerek yanıp sönen ışığa bakarak,”Alıcının yardımı buraya kadar,” dedi. Karen’a dönüp,”Evet, şimdi ne tarafa?” diye sordu.

Karen ustasının sorunun yanıtını kolayca bulabileceğini bilerek gülümsedi. Uzayın dört bir yanından gelen canlılarla dolu liman gökte parlayan iki güneşin sıcağında alev alev yanıyordu sanki. Genç kız, kendisine dakikalar gibi uzun gelen odaklanması sırasında, sanki birisi kulağına fısıldamış gibi, Granm’in bulunduğu pistin numarasının kafasının içinde şekillendiğini hissetti. “O312” diye mırıldandı.

Ustası “aferin” der gibi baktı kıza. Eliyle işaret ederek, “Seni izliyorum,” dedi.

Karen dönüşleri kaçırmamaya çalışarak kalabalık arasında ilerledi. Her türden uzaylıyla kaynayan dar koridorlarda sesler uğultu halinde yükseliyordu. Kimi Klo ve Karen gibi dikkat çekmemeye çalışıyordu; çoğunluk ise tehditkar zırhlarla donanmış, ellerinde egzotik silahlarla, kendilerine dikkat edilmesini ister gibi kasılarak yürümekteydi. Kız az ilerideki dönüşü işaret ederek, “Buradan,” dedi. Kısa bir koridorun sonundaki duraçelik kapının önünde durdular.

Klo, üstünde siyah renkte 0312 yazan kapıya yaklaşıp bir saniye kadar gözlerini kapadı. “Evet. İçerde silahlı birçok kişi var.” Kahverengi cüppesini çıkarıp yere bıraktı, kılıcını çekti. Elinin bir hareketiyle kabzanın ucundan yeşil bir ışın fışkırdı. Kılıcı dümdüz uzatarak kapıya sapladı. Duraçelik iç gıcıklayan bir sürtünme sesiyle, silahın girdiği yerde akkor haline gelerek erimeye başladı. “Kapı düşerken arkamda kal; bizi bekliyor olacaklar. İşaret verince sağdan ilerle. Ben ortadakileri ve soldakileri hallederim. Dikkatli ol ve unutma: Granm’i canlı istiyoruz.”

Kılıç görevini yarılarken Karen da cüppesini yere bırakıp kendi kılıcını çekti.


-----------------------

“Çabuk olun, zamanımız kalmadı. Sizi bantha sürüsü, taşıyın şunları yoksa sizi burada bırakırım.”

Adamlardan biri, “Değerli silahların olmasa tuvalete bile gidemezsin,” diye söylendi dişlerinin arasından. Karşısındaki ona baktı ama bir şey söylemeden işine devam etti.

Zelan Granm, eski bir Corellian kargo gemisinin iniş rampasında durmuş, adamlarını hızlı olmaları için zorluyordu.

İki adam-bir Twilek ve bir Rodian- pisti çevreleyen sütunlardan ikisine sırtlarını dayamış kapıyı gözetliyorlardı. Kalan dört kişi ise ikişerli gruplarla son konteynırları da gemiye taşıyordu.

Kapıyı gözetleyenler, Granm’ın bağırışlarına pek aldırmadan sohbet ediyorlardı.

“… ve Sabacc diye bağırdım. Sana söylüyorum çölün ortasında bir Nubian bulmuş bir Jawa kadar şanslıydım.” Twilek heyecanla anlatıyordu.

Rodian pek etkilenmemiş gibi “Şans insana yardım etmez. Blöf… Bu oyunun sırrı blöf yapmak. Ayrıca-“

Sözü kapıdan gelen bir ses tarafından bölündü. İkisi de yerlerinden doğrulup kapıdan fırlayan yeşil ışına bakakaldılar. Işın yavaşça sola doğru ilerlemeye başladı. Duraçeliği adeta bir kağıt gibi kesiyordu.

İki uzaylı silahlarını kapıya doğrultarak geri çekilmeye başladı.

“Uhm, Zelan, bir sorunumuz var.”

Kapıdan yükselen koku burnuna gelen Zelan hemen o tarafa döndü. Duraçeliği yaran ışını görünce şaşkınlıkla söylendi:

“Jedi!?”

Konteynırları taşıyanlar yüklerini bırakmış, iki nöbetçi gibi korku içinde gemiye doğru gerilemeye başlamışlardı.

Şaşkınlıktan kurtulan Zelan adamlarına, “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz!” diye bağırdı. “Hemen siper alın!”

Korkan adamlardan biri,”Dalga mı geçiyorsun? Jedi’a karşı hiç şansımız yok!” diye yanıtladı.

Zelan kimin konuştuğunu görmemişti ama haklı olduğunu biliyordu. Kalan silahları bıraksalar bile, bu eski geminin onca ağırlıkla havalanması zaman alacaktı. Hızla rampadan aşağı, geri çekilen adamlarına doğru koştu. Onları tek tek konteynırların arkasına iterken, “ Gemi kalkana kadar… lanet silahlarınızı ateşlemezseniz… Jedi’dan önce… sizinle ben ilgileneceğim!” diye haykırıyordu. O bağırırken kılıç da kapıdaki işini bitirmişti. Zelan dönüp rampadan yukarı koştu. Gemiye dalıp köprüye girdi ve hemen motorları çalıştırdı. Yaşlı motorlar uğultuyla çalışırken kargo bölümüne geçti; uzun, büyük bir çantanın içindeki tüfeği çıkardı. DLT-20A, BlasTech Endüstri’nin az sayıda ürettiği uzun menzilli bir silahtı. Üstünde bir uzaklık ayarlayıcı ve elektronik görüş ekranı bulunuyordu. Farklı tip ve türde cephaneler kullanılmasına elverişli, çok etkili bir silahtı bu.

Zelan tüfeğe patlayıcı mermi dolu bir şarjör sürdükten sonra koşarak rampaya geri döndü, tek dizinin üstüne çöktü ve kapıya nişan aldı.

Kapıyı kesen yeşil ışın birden kayboldu. Kesilen parça yoğun bir toz bulutu kaldırarak, tok bir sesle kumlu zemine devrildi. Hemen ardından da, yerden bir metre kadar yukarda, mavi ve yeşil iki ışın huzmesi belirdi. Sonra iki Jedi koşarak toz bulutunun içinden çıktı.

Konteynırları siper alan altı korsan aynı anda ateş etmeye başladı. Lazer tabancalarından çıkan ışınlar Jedi’ların yanından geçiyor, yerden sekiyor, hiçbiri onlara isabet etmiyor gibiydi. Klo ve Karen üstlerine gelen ışınları, kılıçlarını hızlı bilek hareketleriyle çevirerek çeliyor ve kendilerinden uzağa yansıtıyorlardı.

Klo duruma kısaca bir göz atıp sağa doğru gitmesi için Karen’e işaret etti. Karen hızla sağa kayarken o da sola doğru birkaç adım atmıştı ki, az önce durdukları yerde bir patlama oldu. Genç kız daha uzakta olduğu için fazla etkilenmemişti; Klo üstüne gelen şok dalgasını hafifletmek için Güç’ü kullandı ve kontrollü bir biçimde düştü yere. Hemen takla atarak pisti çevreleyen büyük sütunlardan birinin arkasına sığındı.


Işınlar etrafına çarpıyor, toprağı havalandırıyordu. Ani bir hisle hemen kolonun arkasından çıktı. Sola koşarak, hızla üzerine gelen ışınları yansıtırken, iki saniye önce arkasında durduğu kolon bir patlamayla parçalara ayrıldı.

İki Jedi’ın etraflarını sardığını gören korsanlar telaşa kapılıp yerlerini terk etmeye başladılar.

Karen sağa-sola dalarak, kılıcıyla yansıtarak üzerine gelen ışınlardan sakınırken bir yandan da hedefine yaklaşıyordu. Önündeki iki uzaylı geri çekilmeyi bırakmış, dönüp gemiye doğru koşmaya başlamışlardı. Son bir sıçrayışla havada bir takla atıp adamların önüne düşerek yollarını kesti. Biri refleksle silahının tetiğine asıldı. Karen, neredeyse kendisine isabet edecek ışını son anda kılıcıyla çeldi ve ateş edenin tüfeğini yukarıdan aşağı çapraz bir darbeyle ikiye ayırıverdi. Kılıcını savururken aldığı hızla tam bir dönüş yaparken ters bir tekmeyle adamı yere serdi.

İki uzaylıdan Rodian olanı yanlış kişiyi vurmak korkusuyla ateş edememiş, birkaç saniye içinde biten bu yakın dövüşü seyrediyordu. Arkadaşının yere düştüğünü görünce silahını doğrulttu ama silah parmaklarının arasından uçup Jedi’ın ayaklarının dibine düşüverdi. Karen Güç’ü kullanmaya devam ederek Rodian’ı az önce arkasına saklandığı konteynıra doğru fırlattı.

Bu sırada Klo, patlayıcı mermilerden ve lazer ışınlarından zor da olsa sakınarak öteki dört adamın önünü kesmişti. Tüfeğin şarjöründeki bütün mermileri tüketen Zelan bir küfür savurarak silahı yere fırlattı ve dönüp rampadan yukarı koşmaya başladı. Az sonra geminin içinde gözden kaybolmuştu bile.

Klo dört korsanın ortasına daldı. Avucu ileri dönük, sağ kolunu sertçe öne doğru uzatınca iki adam havalanarak hızla pisti çevreleyen duvara çarptı ve baygın halde yere düştü. Adamlar daha havada uçarken Klo çömelmiş, yere dayadığı ellerine abanarak sağ bacağını hızla geriye savururken yarım bir dönüş yaparak arkasındaki iki korsandan birini çelmeyle yere yıkmıştı. Tanık olduğu hız ve ustalık karşısında donup kalan öbür korsanı da bir tekmeyle arkadaşının yanına deviren Klo elini adamların üstüne doğru çevirdi ve avucundan yayılan Güç dalgasıyla ikisini de bayılttı.

Tüm bu kargaşa birkaç dakika içinde bitişti. Kum kaplı zeminden yükselen tozlar yatışırken, usta ve padawan hızlı hızlı soluyarak birbirlerine baktılar. İkisinin de yüzü ter içindeydi. Dönüp gemiye doğru yürüdüler. Işın kılıçları, herhangi bir tehlikeye karşı açık, tetikte adımlarla ilerliyorlardı.

Gemiye yaklaşırken uzun boylu, kaslı, iri yarı, siyah bir adamın rampanın başında durduğunu gördüler. Saçları kazınmış kafası yukarıdan vuran gün ışığında parlıyordu. Kolsuz, kahverengi bir zırh ve botlarına kadar inen siyah, uzun bir ceket giymişti. Rampanın ortasına doğru ilerlerken uzun ceket dalgalandı ve kemerine takılı bir şey bir an için gün ışığında parladı. Karen parıltıyı fark edip gözlerini kısarak baktı fakat ne olduğunu göremedi.

“Karşılamamı mazur görün. Geleceğinizi bilseydim çok daha iyi hazırlanırdım.” dedi yüksek sesle adam.

“Zelan Granm, Galaktik Senato adına seni tutukluyorum. Bizimle Coruscant’a gelip sorgulanacaksın.” Klo’nun sesi çok resmi ve çok sakindi.

Zelan yüksek sesle güldü. Kahkahası biterken ellerini kaldırıp,”Pekala, teslim oluyorum,” dedi. Ağır ağır rampadan aşağı doğru yürümeye başladı.
Kılıçları halâ havada olan Klo ve Karen temkinli bir şekilde onu izliyorlardı.
Siyah adam rampanın sonuna gelince durdu, hızla kollarını iki yana açtı. Jedi’ların şaşkın bakışları altında uzun ceket üstünden sıyrılıp pistin öbür ucuna uçtu. Karen bunun nasıl olduğunu anlamaya çalışırken Zelan’ın belindeki parlak aletin ışıltısı gene gözünü kamaştırdı. Bu sefer cisim apaçık görünüyordu. Hayretle içini çekti. Bu bir ışın kılıcıydı!...

Gerçeğin İki Yüzü’nde önceki bölümlerde…

Yıllar önce vahşi Noghri ırkı tarafından dünyası işgal edilen Xeros ve kardeşi Lil, yıkımda ailelerini kaybetmişlerdi ve olanlardan önce dahil oldukları Cumhuriyet’i ve bu duruma kayıtsız kalan Senato’yu suçlu tutuyorlardı. Büyüdükçe önce Noghrileri, diğer müttefikleriyle püskürtürler ve intikamlarını alırlar. Fakat şimdi başka bir intikamın zamanı gelmiştir ve böylece Cumhuriyet ve Senato'ya karşı olan planlarını harekete geçirirler.

Usta Draen Klo ve padawanı Karen, Jedi Konseyi’nin verdiği bir görevle Coruscant’a yasadışı yollardan sokulan silah kaçakçılarının peşindeydi. Coruscant’ın derinliklerinde sorguladıkları, kaçak silahlarla yüklü geminin pilotundan, her şeyi ayarlayan kişinin Zelan Granm isimli bir kaçakçı olduklarını öğrenirler. Bunun üzerine Tatooine’de olduğunu öğrendikleri Granm’in, Konsey’e sorgulama için tutuklamaya giderler. Amaçları bu silahların neden Coruscant’a geldiğini ve tüm bu olayların arkasındaki ismi öğrenmektir.

BÖLÜM 9

“Geri çekilin!”

Qrug’un sert ve kararlı sesi silah ve patlama sesleri arasından duyuldu. “Çekiliyoruz! Tünellere!” Emri comlinkle vadinin karşı tarafındaki askerlere de iletti.

Nogri’ler yerlerini saptamış ve ağır silahlarla yamaçları dövmeye başlamıştı. Güneş tepedeydi şimdi ve açık hedef haline gelmişlerdi.

Direnişçiler hafif silahlarını ve diğer gereçlerini alarak tünellere yöneldiler. Lazer toplarının sesleriyle yankılanan, dağı döven silahların yarattığı sarsıntıyla tavanlarından taşlar düşen tüneller karanlıktı. Yollarını güçlükle bularak ilerlerken acele etmeleri gerektiğini biliyorlardı. Tünel her an çökebilirdi.

Sonunda çıkışa vardıklarında hepsi bitkin durumdaydı. Lazer toplarının sesi artık duyulmuyordu. Qrug geldikleri yöne doğru baktı ve koyu bir duman bulutunun yükseldiğini gördü. Koluyla terini silip matarasından bir yudum su içmişti ki comlinki çaldı.

“Komutanım, ben Güney Sığınağı’nın komutanı Lee. Burada oğlunuz ve kızınız olduklarını söyleyen iki çocuk var. Ne yapmamı istersiniz?”

“Onları güvenli bir yerde tutun komutan, oraya varmak üzereyiz.” Çocuklarının güvende olduğunu duymak Qrug’un içini rahatlatmıştı.

---------------------------------

Xeros Lil’le birlikte küçük bir odada bekliyordu Son gemiler de gezegeni terk etmeye hazırlanıyorlardı. Kapı açılınca delikanlı o yöne doğru döndü. Onları sığınağın girişinde karşılayan askeri ve onun ardından içeri giren babasını gördü. Qrug bitkin ve oldukça da gergin görünüyordu. Çocuklarına koşup onları kucakladı, sevgiyle saçlarını okşadı.

“Babacığım!” Lil’in sesi ağlayacakmış gibiydi.

“Xeros, iyi misiniz?”

“Evet baba, iyiyiz.”

Qrug oğlunun konuşmadan önceki duraksamasını ve sesindeki burukluğu fark etmişti.

“Anneniz nerede? O da iyi mi?”

Xeros’un cevap vermediğini görünce kalbini bir el sıkıyormuş gibi oldu. “Buradan gitmek istiyorum babacığım.” diye sızıldayan kızına aldırış etmeden bağırırcasına yineledi sorusunu. “Annen nerede?!”

“Baba…annem…onu kaybettik.” Xeros’un sesi titriyordu.

Odaya girdiğinden beri duymaktan korktuğu o haberi almak Qrug’u mahvetmişti. Bacakları onu daha fazla taşıyamadı ve olduğu yere çöküverdi. Yanına koşup ona sarılan çocuklarını sımsıkı kucaklayarak “Her şey düzelecek, her şey düzelecek,” diye söylendi. Onlardan çok kendini ikna etmeye çalışıyor gibiydi.

“Komutan, gitmek zorundayız. Son gemi bizi bekliyor.” Qrug’la birlikte odaya girmiş olan asker sabırsızca kımıldadı.

“Gidiyoruz Lil.” Qrug kızının elinden tuttu ve oğluyla birlikte kapıya yöneldi. Kalabalık koridorlardan geçerek geminin bulunduğu alana doğru ilerlediler. Bir süre sonra, onlar da, geride kalmamak için koşturan kalabalığa ayak uydurmak zorunda kaldılar. Bir köşeyi dönmüşlerdi ki büyük bir gümbürtü duyuldu, yer sarsıldı, tavandan tozlar döküldü ve sığınağın ışıkları kısa bir süre için söndü.

Xeros “Bu da neydi baba?” diye bağırdı. Babası yanıt vermek üzereyken kalabalığı yararak onlara doğru gelen askeri görünce sustu. Qrug da hiçbir şey söylemeden, yüzü başından sızan kanla lekelenmiş askere bakıyordu.

“Komutanım, Noghri ordusu kente girdi. Yerimizi saptamışlar!”

“Ne?! O pusudan sonra buraya bu kadar çabuk ulaşmaları imkânsız!”

“Efendim, bizim pusuya düşürdüğümüz ana kuvvetleri değilmiş. Dağlardan geçen gizli yolu bulmuşlar. Sığınağı savunan bölük çarpışmaya devam ediyor.”
Qrug hiç duraksamadan sığınak komutanına döndü ve Lil’i ona uzatarak “Çocuklarımı gemiye götürün,” dedi. Sonra yaralı askere, “Bana yolu göster,” diye emir verdi. “Son gemi de kalkana kadar onları oyalamamız lazım.”

“Ben hiçbir yere gitmiyorum!” Xeros şiddetle karşı çıkmıştı babasına. “Seni bırakmayacağım. Ben de savaşabilirim!”

“Hayır Xeros, kardeşinle kalmalısın, Ona bakacak senden başka kimse yok.”

Delikanlı, Sığınak Komutanı’nın yanında ağlamaya başlayan kardeşine bir göz attı ve “Seninle geliyorum!” diye tekrarladı.

“Xeros anlamıyor musun, bitti, biz kaybettik. Sizin için kaçmak dışında başka bir yol yok.
Şimdi buradan gitmezseniz sizi de anneniz gibi kaybederim. Belki geri dönemem ama en azından ikinizin iyi olduğunuzu bileceğim.”

Lil hâlâ ağlıyordu “Baba bizimle kal!” Xeros hiçbir şey söylemeden önce kardeşine, sonra babasına baktı. Söylenecek bir şey kalmadığını anlamıştı. Tek kelime etmeden babasına sıkıca sarıldı.

“Gidin şimdi. Hadi!”

İki kardeş Komutanla birlikte yürümeye başladılar. Telaşla yanlarından geçen insanların arasından onu görebilmek için sık sık başlarını çevirip geriye bakıyorlardı. Koridorun sonundaki köşeyi dönerken, kendilerini izlemekte olan babalarına son bir kez daha baktılar. Bu onu son görüşleriydi.

Geniş bir avluya açılan koridorun sonuna geldiklerinde patlama sesleri de artmıştı. Koşarak, kalkmak üzere olan gemiye bindiler. Gemi havalandığında şehrin harap olmuş silüetini gördüler. Artık kimseleri yoktu, birbirlerinden başka.

---------------------------------------------------


Güneş, kampı çevreleyen tepelerin arasından sıcak yüzünü göstermeye başlamıştı. Tüm gece boyunca uyanıktı. 20 yıl önce burada olanlar hâlâ aklındaydı. Ama Noghri’lerden intikamını almıştı. Hepsini katlederek. Aynen onların kendi ailesine yaptığı gibi, en ufak bir merhamet göstermeden.

Şimdi sıra Cumhuriyete hizmet etmek yerine paraya ve güce hizmet eden kukla politikacılardaydı. Bu kıyıma göz yumdukları için her geçen yıl nefreti daha da artmıştı. Ama artık zamanı gelmişti. Planının son aşamasını harekete geçirmeye, halkının, anne ve babasının intikamını almaya çok az bir zaman kalmıştı.

Giysilerini giydi ve yeni güne hazırlanmaya başladı. Arkasındaki kapı kayarak açıldı.

“Komutanım, diğer sistem komutanları da geldiler. Toplantı odasında sizi bekliyorlar.”
Xeros arkası dönük, hafif bir tebessümle: “Tamam gidebilirsin.” dedi

BÖLÜM 8

Gün ağarmaya başlamıştı. Sağdaki dağların karlı dorukları ve gökteki beyaz bulutlar altın rengi bir ışıkla parlarken batıya doğru bu renk giderek koyulaşan bir gül pembesine dönüşüyordu.

Doğu direnişinin komutanı Qrug, bakışlarını pusla kaplı vadide ve karşıdaki yüksek tepelerin dik yamaçlarında gezdirdi. Kırklı yaşlarının ortalarında, uzun boylu, yapılı bir adamdı. Siyah saçlarındaki tek tük beyaz tellerin sayısı son bir yılda oldukça artmış, şakakları neredeyse bembeyaz olmuştu. Noghri birliklerini kentten uzak tutmak için günlerdir savaşmaktaydı. İlk saldırı çok ani ve sert olmuştu. İki taraf da tüm güçlerini savaş alanına sürmüştü. Direnişçiler coğrafyayı iyi bilmenin ve iyi mevzilenmiş olmanın avantajıyla çarpışıyorlardı. Ama deneyimli ve acımasız Noghri ordusu karşısında şansları yoktu. Ancak üç gün 3 gece dayanabilmişler, sonunda hatlarında açılan gedik giderek büyümüş ve saldırıları düzenli ordu birlikleriyle durdurmak neredeyse imkânsız hale gelmişti. Kentin güvenle boşaltılmasına yetecek zamanı kazanmanın tek yolu gerilla taktiklerine başvurmaktı.

Ordusundan geri kalan askerlerini dar vadinin iki yanında yükselen ağaçlık sarp kayalıklara yerleştirmişti. Ağaçlar askerlerin gizlenmesini kolaylaştırıyordu. Kenti ele geçirmek isteyen Noghri’lerin varlığından haberdar oldukları tek yolun üstünde kurmuştu tuzağını.

Noghri komutanı askerlerini muhtemel bir tuzağa yönlendirdiğinin farkındaydı ama kenti mutlaka ele geçirmeleri gerekiyordu ve bunun için verecekleri kayıplara aldırmıyordu bile. Hükümleri altına girmemiş tek bir kent bile kalmamalıydı. Ele geçirdikleri her gezegende uyguladıkları strateji buydu. Ancak bu şekilde gezegenin yeraltı ve yer üstü kaynaklarını sonuna kadar sömürebilir ve tüketecek bir şey kalmayınca orayı terk edip yeni fetihlerin peşinde koşabilirlerdi.

----------------------------------------

“Efendim, düşman göründü.”
Dürbünle vadiyi gözleyen Qrug yaslandığı kayadan doğruldu. ”Pekâlâ asker, yerlerinizde kalın ve işaretimi bekleyin.” Sonra öteki komutanlara dönerek, “Biliyorsunuz bu son savunmamız olacak. Onlara en ağır darbeyi burada indirmek zorundayız,” dedi. “Askerlerinize ateş emri vermeden önce vadiye iyice girmelerini bekleyin. Yoksa tüm planımız boşa çıkar. Yerlerimizi belirledikleri anda geri çekilip yeraltı tünellerine ineceğiz. Kentte önceden belirlenmiş sığınaklarda buluştuktan sonra Batı’ya, Valant’ı koruyan birliklere yardıma gideceğiz.”
Qrug bakışlarını askerlerin ve subayların gergin yüzlerinde gezdirdi. Sevdiklerinin yaşadığı bu kenti savunurken bazıları belki de son nefeslerini verecekti. Kendi karısını ve çocuklarını düşündü. Neredeyse bir yıldır görmemişti onları. İyi olmalarını umarak zihnini boşaltmaya çalıştı ve gözlerini tekrar vadiye çevirdi. Doğru anın geldiğini anladığında derin bir soluk aldı ve haykırdı:

“Ateş!”

Dar vadi art arda ateşlenen beş lazer topunun ıslık sesiyle yankılandı. Qrug ellerinde kalan tüm ağır silahları savaşa sokarak büyük bir riske girdiğini biliyordu ama kenti kurtarmanın başka yolu yoktu. Eninde sonunda çekilmek ve ağır silahlarını geride bırakmak zorunda kalacaklardı.

Noghri’ler kısa bir şaşkınlıktan sonra hemen karşı ateşe başladılar. Hedeflerini göremedikleri için rast gele ateş ediyorlardı. Direnişçilerin ve istilacıların silahlarından çıkan lazer ışınları vadiyi ışık ve sese boğuyor, vurulan Noghri’lerin haykırışları vadinin kayalık duvarlarda yankılanıyordu.

Çatışma devam ederken durum hızla Noghri’lerin lehine dönüyordu. Qrug düşman ateşine direnmeye çalışan askerlerinin daha ne kadar dayanabileceklerini bilmiyordu.

Bölüm 7

Xeros uzaktan gelen bir patlama sesiyle uyandı. Gün ağarmaya başlamıştı. Kardeşini, saçlarını usulca okşayarak uyandırdı. “Haydi Lil, gidiyoruz.”

Yıkık sokaklar bomboştu. Gün ışığı, bombardımanın verdiği hasarın görüntüsünü daha da dehşet verici kılıyordu. Birden lazer silahlarının seslerini duydular. Bu seferkiler çok yakındı.

Savunmayı yarmış olmalılar, diye düşündü. Ardından yabancı sesler çalındı kulağına. İstilacılar o kadar yakındaydılar demek! Kardeşini kucaklayıp koşmaya başladı. Dar bir sokağa saparak yabancı seslerin sahiplerinden kurtulduklarını düşünmeye başlamıştı ki, sokağın çıkışında iki siluetin belirdiğini gördü. Şaşkınlık ve korkuyla duraksadı ve geri döndü, ama arkasında da iki gölge onu beklemekteydi.

Ellerinde büyük lazer silahları, üstlerinde de çetin bir savaşın izlerini taşıyan kalın zırhlar vardı. Bunlar Noghri savaşçılarıydı. Nesillerdir barış içinde yaşadıkları bu güzelim gezegeni ele geçirip sömürmek isteyen Noghri’ler. Bu ırk savaştan başka bir şey istemiyor gibiydi. Boyları bir buçuk metre civarındaydı. Derileri gri tonlarındaydı. Siyah gözleri vardı. Çok güçlüydüler ve refleksleri çok gelişmişti. Korkutucu görüntüleri vardı.

Babası Qrug bu felaketin geleceğini çok önceden tahmin etmiş, her fırsatta herkesi uyarmaya ve olası bir istilaya karşı direniş hareketini örgütlemeye çalışmıştı. Bir zamanlar parçası oldukları Cumhuriyet’ten istedikleri yardım Senato tarafından göz ardı edilince, kent yönetimi Qrug’un uyarıları doğrultusunda gereken önlemleri almak için harekete geçti ve onu direnişi yöneten komutanlardan biri olarak atadı. Gezegendeki öteki büyük kentler de bireysel savunma yapmak konusunda aralarında anlaşmışlardı. Bu gezegenin halkı, Cumhuriyet’i yönetenlerin bu ihanetini asla unutmayacaktı.

Karşıdan gelen Noghri’lerden biri onlara yaklaştı. Zırhının rengi ve biçimi ötekilerden farklıydı. “Vay,vay, bakın kimler varmış burada.. Sabahın bu saatinde dışarıda dolaşmak tehlikeli değil mi?” Sırıtarak Lil’e doğru uzandığı anda Xeros’un şimşek gibi yumruğuyla sallanarak geriledi. Hemen silahlarına davranan adamlarını elinin bir hareketiyle durdurup, “Bekleyin. Esir kampında çok işimize yarayacaklar,” diye homurdandı, bir yandan da sızlayan çenesini ovuyordu.

Noghri komutanı daha sözünü bitirmemişti ki göğsünde kızıl bir ışın belirdi ve adam yere yığılıverdi. Işının göründüğü yerde şimdi içinden koyu bir duman tüten kocaman kara bir delik vardı.

“Evlat, yere yat!”

Xeros yakındaki çatıdan gelen sesi duyar duymaz Lil’i yere itip üstüne kapandı. O sırada iki silindirik metal fırlatıldı yukardan. Çıkan sese doğru dönen düşman askerleri daha ne olduğunu anlamadan artarda patlayan iki flaş bombasının verdiği acıyla haykırmaya başladılar. Güçlü ışık gözlerini kör etmişti.

Her şey bir anda olmuştu. Yüzü toprağa yapışık olmasına rağmen bombanın etkisiyle sersemleyen Xeros göz ucuyla baktı ve çatılardan atılan ipleri gördü. Direnişçiler iplerden aşağı kayıp birkaç saniye içinde yanlarına gelmişlerdi bile. Kör düşmanlarını tereddüt etmeden öldürdükten sona Lil’le Xeros’u yerden kaldırdılar.

“Korkmayın, artık güvendesiniz,” dedi askerlerden biri. “En azından şimdilik.”

“Güneydeki sığınaklara gitmeye çalışıyorduk ama yolumuzu kaybettik. Komutan Qrug, babam. Bizi bir an önce onun yanına götürebilir misiniz?”

“Qrug’un olduğu yerde çarpışma halâ sürüyor ama bir saat sonra yer altındaki komuta merkezinde toplanacaklar. Sizi oraya götürebilirim. Beni izleyin. İki sokak aşağıda sakladığımız bir aracımız var.”

Xeros kardeşini kucaklayıp askerin arkasından koştu. Geceki şoku halâ üstünden atamamış olan Lil yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Korkuyla titriyor ve kısa, kesik hıçkırıklarla ağlıyordu.

Savaş için değiştirilip hafif silahlarla donatılmış zırhlı araca vardıklarında bir başka askerin daha orada beklediğini gördü Xeros. Vakit kaybetmeden yola çıktılar.

Aracı kullanan asker, “Çok açıldık. Noghri'ler sayımızın azaldığını biliyor ve bu yüzden cepheyi genişletiyorlar,” dedi.

“Evet;” diye yanıtladı öteki asker,“bu yakaladığımız hattımızdan sızan kaçıncı keşif koluydu, kim bilir.”

Xeros, annesini kaybetmenin yarattığı şok ve acıyla kalbinin parçalandığını hissediyor fakat kendini acıya teslim etmek gibi bir lüksü olmadığını da biliyordu. Sevgili annesinin yasını tutacağı zaman gelecekti ama şimdi direnmek ve savaşmak zamanıydı. Gözlerini kapatıp içinden Baba diye seslendi. Güçlü ol. Annemin öcünü almak için, saldırganları kovmak için.

Bölüm 6

Sakin bir gece… Her zamanki sakinliğiyle esen rüzgarda sallanan kamp tabelalarının gıcırtıları ve meydanda yanan ateşin çatırtıları artık kimseyi rahatsız etmiyordu. Herkes bir sonraki güne hazırlanmak için derin uykudaydı.

Xeros: “Anne!” diye bağıran sesiyle uyandı. Ter içinde kalmıştı. Yattığı yerden doğruldu ve yıldızlı gökyüzüne baktı. Gördüğü kabus onu geçmişe götürmüştü…

----------------------------

“Anne!” Xeros alevlerin arasından yolunu bulmaya çalışıyordu. Gecenin karanlığını, gündüz gibi aydınlatan alevler tüm binaları sarmıştı. Daha bu sabah yürüdüğü sokakları tanıyamıyordu. Her tarafta vahşetin izleri vardı.

“Anne, neredesin?” diye bağırdı.

Yıkıntıların arasında yolunu bulmaya çalışıyordu. Geceyi aydınlatan ve sessizliğini bozan tek şey alevler değildi. Uzaktan gelen lazer topunun sesleri de içini dehşetle dolduruyordu. Geceyi flaş gibi aydınlatan her patlamanın ardından feryatlar duyuluyordu; ama kafasının bu düşüncelerle ayıracak vakti yoktu.Halkına yapılan şey içini ne kadar nefretle doldursa da ailesini bulmak daha önemliydi.

Sonra sol taraftan zayıf bir inilti duydu: “Xeros! Xeros, orda mısın?”

Bir umut arayan gözleri hemen sesin geldiği tarafa döndü. “Buradayım anne, dayan.” dedi. Sendeleyerek yıkıntıya doğru gitti.

Aniden gelen bir patlama neredeyse onu kör ediyordu, hemen ardından yer sanki deprem oluyormuşçasına sallandı. Dengesini kaybederek taşların üzerine düştü Xeros. Arkasına döndüğünde gördüğü şeyi hiç unutmayacaktı: Tüm gökyüzünü kaplayan alevden bir duvar.

Tekrar kendine geldiğinde zorlanarak ayağı kalktı ve annesinin sesinin geldiği çöküğe ulaştı.

“Anne buradayım, sakın korkma. Lil yanında mı?” diye sordu telaşla.

“Evet oğlum ama burada sıkıştık, yıkıntıyı kaldıramıyorum.” diye cevapladı annesi.

“Dayanın anne. Lil, beni duyuyor musun?” diye sordu kardeşini yatıştırmak için.

“Yardım et ağabey, çok korkuyorum.” diye karşılık verdi zayıf bir ses.

Xeros standart yılla 20 yaşındaydı. Babası onu küçük yaştan beri olmasından korktuğu bir savaş için eğitmişti.

“Bir gün gelecek özgürlüğümüz için savaşmamız gerekecek Xeros ve o gün geldiğinde sen oğlum, hazır olacaksın.” derdi hep.

Xeros, eğitimini hatırladı. Acele etmeyecekti, gücün sırrı amacına odaklanmasından geçiyordu. Omzunu dikkatlice kayaya yasladı ve tüm gücüyle itti. Kaya tam kıpırdanmaya başlamıştı ki yer tekrar şiddetle sarsıldı. Xeros’un yasladığı kayadan kaydı ve olağanca ağırlıyla yere düştü. Düştüğünde sağ omzunda büyük bir acı hissetti.

Endişelenmeye başlıyordu. Kendisi için değil, ailesi için. Acaba babam hala hayatta mı? diye düşündü. Babası uzun zaman önce şehrin güvenliği için askeri bir kuvvetin başına getirilmişti ve saldırıya uğrayınca şehri savunmak için direnişe geçmişlerdi.

“Xeros orada mısın(!)?”

Annesinin sesiyle tekrar yaşadığı ana döndü. “Buradayım anne, biraz daha dayanın.” dedi. Sarsıntıyla kaya yerinden oynamıştı ama yine de çıplak elleriyle hareket ettirecek güçte değildi. Sonra babasının öğrendiği başka bir ders geldi aklına: “ Aklın gücü, her zaman kaba kuvvetten üstündür.” demişti.

İşe yarar bir şey bulmak için etrafına bakındı ve gözleri sevinçle parladı. Yıkıntıların arasında duraçelik bir borunun ucunu görmüştü. Aceleyle boruyu molozların arasından çekip çıkarttı. Kayanın diğer tarafına dolandı ve boruyu çöküntünün kenarındaki boşluğa soktu.

Alevler yaklaşmaya başlamıştı. Elini çabuk tutmalıydı. Tekrar kendini amacına odakladı ve tüm gücüyle yüklendi boruya. Kaya tozlar dökülerek sallandı. Sonra gürültüyle yana devrildi.

Tozların arasından annesi ve kız kardeşinin doğrulmaya çalıştıklarını gördü. Hemen onlara doğru koştu ve ikisine birden sarıldı. Bir an için etraflarında devam eden savaşı unutmuşlardı.

“Xeros, yaralanmışsın. Kolun kanıyor.” dedi endişeyle annesi Xeros’un kolunu tutarak.

Onları çıkartmaya çalışırken düştüğünde olmuş olmalıydı. Yere düştüğünde büyük bir acı hissetmişti.

“Önemli değil,” dedi. “Bir an önce Güney’deki sığınaklara ulaşmalıyız. Orada güvende oluruz.” Lil’e dönerek: “ Lil, sakın annemin yanından ayrılma.” dedi. Lil başını yukarı aşağı salladı.

Silah sesleri artıyordu. Direniş gücü daha fazla dayanamıyor, diye düşündü. Ağır bombardıman bir süre önce kesilmişti ama her an yeniden başlayabilirdi.

Mümkün olduğunca hızlı yürüdüler. Birkaç saat önce çok uzaktan gelen lazer silahlarının sesleri şaşırtıcı bir hızla yakınlaşmaktaydı. Bu kadar hızlı olmaları imkânsız diye düşündü. Tabii eğer… Aklına gelen şey yüzünden kalbini buz gibi bir el sıkmıştı sanki. Tabii eğer yanlış yöne gitmiyorsak!

Sığınağa götürmeye çalıştığı annesiyle kız kardeşini bunca zamandır çatışmanın ortasına doğru ilerletmişti! İçinden kendine bir küfür savurdu. Babasının öğrettiği onca şey boşuna mıydı?

“Xeros, iyi misin?”

“Evet anne, bu taraftan.”

Yirmi dakika kadar daha yürümüşlerdi ki, kardeşinin “Anne korkuyorum, çok yoruldum,” dediğini duydu.

“Biraz mola verelim,” dedi. Gülümsemeye çalıştı. Anne-kız yarısı yıkılmış bir duvarın dibine çöküverdiler. “Lil, yanıma gel.” Kız çekinerek annesinin yanından ayrılıp ağabeyine doğru yürüdü. Xeros boynundaki kolyeyi çıkarıp kardeşine taktı. “Sakın çıkarma. Bu sana şans getirecek.”

Lil kolyeyi göstermek için annesine doğru dönmüştü ki, Xeros dev lazer topunun çıkardığı ıslıklı gümbürtüyü duyup kardeşini kolundan çekerek yere yatırdı ve üstüne kapandı. Top mermisi çok yakınlarına düşmüştü. Önce yine kızıl bir aydınlık kapladı çevrelerini, sonra da sağır edici bir ses duyuldu. Üzerlerine yağan taş ve toprakların aramsından “Anne, saklan! Yere yat!” diye bağırdı ama sesi ikinci patlamanın gümbürtüsünde kaybolmuştu.

Yerin altlarında titrediğini, toprağın inler gibi uğuldadığını hissettiler. Üstlerine yağmur gibi yağan molozlar yatışıp çevredeki duman perdesi kalkınca korkuyla annesinin altında oturduğu yarı yıkık duvara baktı. Duvar da, annesi de yok olmuştu!

O güne kadar hiç hissetmediği bir keder kapladı Xeros’un içini. Boğazı düğümlendi. Göz yaşlarını engellemek için birkaç kez yutkunup Lil’e sarıldı ve sıkıca göğsüne bastırdı kardeşini. Çocuk şoktaydı; yaşadıkları felaketin bilincinde olmadığı açıkça görülüyordu.

Az ilerde yeni bir patlama daha olunca Xeros kardeşini kucaklayıp yarısı nasılsa sağlam kalmış bir binanın içine doğru koştu. Yer sarsıldıkça harabeye dönmüş binanın duvarları titriyor, tavandan tozlar düşüyordu. Kardeşini mümkün olan en korunaklı yere oturtup biraz soluklanmaya çalıştı.

Olgun başakların rengindeki sarı saçları toz içindeydi; yüzü çizikler ve kurumuş kanla kaplıydı. Yarasını hatırladı. Bakmak için kolunu hafifçe döndürünce yüzü acıyla buruştu. Kanama durmuştu ama tedavi edilmesi gerekiyordu.

Lil’in yanına çöktü ve sıkıca sarılarak, “Bunu atlatacağız.” diye fısıldadı kulağına. Bir-iki dakika sonra, omzuna yaslanan başın ağırlaştığını hissetti. Kardeşi uyumuştu. Gözleri ağırlaşan Xeros da kendini uykunun merhametli kollarına bıraktı...

24 Eylül 2008 Çarşamba

Bölüm 5

Gemiden indiklerinde Karen, Tatooine’in dev güneşleri Tatoo I ve Tatoo II’den gelen ışıkla kamaşan gözlerine, eliyle siper yaptı. Kütüphanede okuduğu gibi hava, çok sıcak ve nemliydi. Gemiden indiği anda yüzünde ter damlaları oluşmaya başlamıştı.

Güç’e odaklanarak, herhangi bir tedirginlik olup olmadığını kontrol etti. Bir sorun yok gibi gözüküyordu.Tedbiri elden bırakmamak gerekir diye düşündü. Mos Eisley, Tatooine’deki diğer şehirlerde olduğu gibi kaçakçılar, suçlular ve bulunmak istemeyenlerle doluydu. Dolayısıyla, her an bir sorun çıkabilirdi.

Klo, eliyle gelmesini işaret etti. “Hadi. Uzun bir yolumuz var. Aradığımız satıcı Anchorhead’de. Eğer hava, biz yoldayken kararırsa başımız derde girebilir. Çöl çok tehlikeli bir yerdir.” diye uyardı.

“Tusken Akıncıları değil mi usta?” diye soru Karen gözlerini kısarak. “Evet.” dedi arkasını dönüp yürümeye başlarken, “Kütüphanede geçirdiğin zamanın boşa gitmediğini görmek güzel, ama unutma hiçbir şey sana kendi deneyimlerinden daha iyi öğretemez.”

Şehirden ayrılmadan önce, bir hurdacıdan, eski bir speeder kiralamışlardı. Silah kaçakçılarının olası gözetlemelerine tedbir olarak karadan yolculuk yapıyorlardı. Yoksa Coruscant’tan, Anchorhead’e inmek hiç de zor değildi.


------------------------------


Tatooine’in dev güneşleri batarken hızla ilerliyorlardı. Speeder, havadaki neme dayanamayıp bozulmuştu ve tamir, değerli zamanlarını harcamıştı. Dikkat çekmemek ve satıcının fiyatları yüksek tutması nedeniyle bu eski modeli almışlardı. Zaten, Anchorhead’e gittikten sonra bir daha ihtiyaçları kalmayacaktı.

Karen, ustasının yüzündeki tedirginliği fark etmişti. O an o da bir şeylerin yanlış olduğunu fark etti.

“Teneke yığını, bize saatler kaybettirdi.” diye söylendi Klo. Gidebildikleri son hızda gidiyorlardı. Rüzgar ikisinin de saçlarını havalandırmıştı. Güneş battıkça, ölümcül sıcakyerini soğuğa bırakmaya başlamıştı.

Anchorhead ile aralarında bu son geçit vardı. Sonrası düz yoldu. Bu, diğer geçtiklerinin aksine çok daha uzundu ve onları açık bir hedef haline getiriyordu. Üstelik ileri gitmekten başka kaçışları da olmazdı, bu yüzden hızla geçmeleri gerekiyordu.

Güç’teki dalgalanma geçide girdiklerinde iyice artmıştı. Tusken Akıncıları diye düşündü. “Usta-” Karen, Klo’ya bir şey söyleyecekken Klo aniden sözünü keserek “Karen, kontrolü devral.” dedi. Sesi çok ciddi ve kararlıydı. Karen kayarak konsolun önüne geçti.

“Geçitte, güneşlerin kısıtlı ışığı da onları terk etmişti. Etraf çok sessizdi, sadece motorların uğultusu geliyordu. Önlerini, speeder’ın kısıtlı ışıklarıyla zar zor görüyordu. Geçide yuvarlanmış irili ufaklı kayalardan ani hareketlerle kaçıyordu. Bu hızda, çarpmalarını engelleyen ışıktan daha çok Karen’ın içgüdüleriydi. Karen Tusken’lerin orada olduğunu biliyordu, ustasının bildiğini de biliyordu. Sadece ne zaman gelecekleri söz konusuydu.

Aniden ateşlenen bir tüfek sessizliği yırttı. Karen, başını refleks olarak eğdi. Ses geçitte çok fazla yankı yaptığı için nerden geldiğini anlamamıştı ama bir dürtüyle aracı hemen kontrol kolunu sağa kırdı. Araç, yalpalayarak komuta uydu ve sağa yöneldi. O anda sollarına kırmızı bir lazer çaptı ve toprağı havalandırdı.

Klo, ani dönüş nedeniyle bozulan dengesini sağladıktan sonra, dikkatle aracın içinde ayağa kalkarak, kılıcını kemerinden aldı ve aktive etti. Kılıcın yeşil ışını önünde yükseldi. Hemen ardından yankıyla birlikte bir, sonra iki tane tüfek daha ateşlendi. Gelen bu lazerleri ustaca yansıttı. Ardından tüfek sesleriyle birlikte yankılarda çoğaldı. Ardı ardına ateşleniyordu silahlar. Tusken’ler bütün geçide dağılmışlardı.

Klo, hızla giden speeder’ın üstünde, gelen lazerleri yansıtmaya çalışıyordu. Rüzgarın etkisi ve Karen’ın kayalardan kurtulmak için yaptığı manevralar dengede kalmasını çok zorlaştırıyordu.

Karen, geçidin sonuna doğru bir turunculuk gördü. “Usta, geçidin sonunu görebiliyorum!” dedi rüzgarda sesinin duyulması için bağırarak.

Klo, lazerleri yansıtmaya çalışırken, arkası dönük bir şekilde “Son hızda gitmeye devam et, geçitten çıkınca onlardan kurtulmuş olacağız.” diye bağırdı.

Klo, sağından gelen bir lazeri yansıtmak üzere kılıcını çeviriyordu ki, Karen aniden önlerine yuvarlanan dev bir kayadan kaçmak için aracı sola kırdı. Klo ani manevra karşısında hazırlıksız yakalanınca dengesini kaybetti ve arkaya doğru düştü. Yansıtmak üzere olduğu lazer büyük bir hızla sağ motora isabet etti. Önce küçük bir patlama oldu sonra kıvılcımlar çıkmaya başladı motordan.

“Usta, sağ motor hızla güç kaybediyor! Daha fazla yüklenirsem, onu kaybedeceğiz.”

Klo, hemen doğrularak kılıcını tekrar defansif pozisyonuna getirdi. “Sağ motoru kapat ve Tüm gücü sol motora ver!”

“Ama usta, tek motor bütün yükü kaldıramaz!” dedi Karen.

Bu arada lazerler tekrar gelmeye başlamıştı. “Geçitten çıkana kadar dayanır. Şimdi dediğimi yap yoksa Tusken’lar büyük bir havai fişek gösterisi izleyecek!”

Karen hemen ön konsoldaki tuşlara basmaya başladı. İşini bitirince “Tamam usta, sanırım çıkana kadar dayanabilir.” dedi.

Bu şekilde bir süre daha devam ettiler. Sonunda geçitten çıkabildiler. Hava geçitten daha aydınlıktı. Arkalarından Tusken’ların o garip bağırışları geliyordu.

Karen hızı düşürdü. Klo, hala arkalarına bakıyordu. Sonunda kılıcını kapattı ve kemerine taktı. Karen’ın yanına oturdu. Soluk soluğaydı .“Sanırım yaşlanıyorum.” dedi ve gülmeye başladı.

Bir süre sonra “Motorlar ne durumda?” diye sordu Klo.

“Az önce sağ motoru da çalıştırdım, düşük güçte ama çalışıyor. Sol motor iyi dayandı. Bu hızda gidersek sorun yaşamayız.” dedi.

“Pekala, o zaman böyle devam et” dedi. “Ben biraz kestireceğim. Anchorhead’e gelince haber verirsin.” Oturduğu yerde kayarak gözlerini kapadı.

Karen da yorulmuştu ama kuşkusuz ustası kadar değil. Reflekslerim bu kadar iyi olmasaydı o kayaya çakılırdık diye düşündü. Sonra bunun aslında kendi başarısı değil ustasının ki olduğunu fark etti. Onu o eğitmişti ve yeteneklerinin bu noktaya gelmesinde hep o yol göstermişti. Klo, bildiklerimi öğretmeseydi kayaya çakılırdık diye tekrar düşündü.

Güneşler tamamen battığında, önlerindeki Anchorhead’in ışıkları belirginleşmişti. Speeder hızını koruyarak şehre doğru yoluna devam etti.
Bölüm 4

Karen, Tatooine’e yapacakları yolculuk için hazırlanıyordu. Odası, Tapınak’taki diğerlerininki gibi küçük ve sadeydi. Mavi ve grinin karışımı, odayı ferah ve huzur verici yapıyordu. Burada sık sık meditasyon yapardı. “Güç’ü anlamanın en iyi yollarından biri Güç’le iç içe olmaktır.” demişti ustası. Meditasyon da buna olanak tanıyordu. Eğitimin başından bu yana Güç’ü kontrol edebilme becerisinin çoğunu meditasyon yapmaya borçluydu.

Tatooine’e daha önce hiç gitmemişti. Aslında Coruscant’tan sadece birkaç kere ayrılmıştı. Tatooine’e gideceklerini öğrendiğinde yaptığı ilk iş kütüphaneye gitmek olmuştu. Jedi Arşivleri çok genişti ve bilinmeyen çok az şey vardı. Kütüphanede geçirdiği birkaç saatten sonra gezegenin coğrafi özelliklerini, yönetimini, yerli halklarını ve yerleşim bölgelerini iyice öğrenmişti. Bir adım önde olmak her zaman iyidir diye düşünüyordu.

Yanında götüreceği özel bir eşyası yoktu. Çoğunlukla, kullandığı her şey kemerinde olurdu. A-99 solunum aygıtı, comlink, birkaç yemek kapsülü, işaret ışığı, el holo-projektörü ve en önemlisi kılıcı bu kemerdeydi.

Hazırlıklarını tamamlayınca doğruldu ve küçük camdan dışarıya baktı. Çok geçmeden kapının kayma sesi duyuldu.

“Hazır mısın Karen?” dedi Klo odanın ortasına doğru yürüken.

Karen yavaşça dönerek “Evet usta.” diye cevap verdi.

İkili odadan çıkarak hangara doğru yöneldiler. Hangarda çeşitli sınıflardan gemiler vardı ama genel amaçları gezegen içi ulaşımı sağlamaktı. Cloak Shape tipi bir gemiye binerek havalandılar.

Klo: “Mülteci olarak seyahat edeceğiz. Aradığımız kişiler şu an planlarını gerçekleştirmekte oldukları için, güvenliklerini iki katına çıkarmış olmalılar. Bu da bütün istasyonların gözetlendiği anlamına gelir.” dedi ve ekledi “Son zamanlarda Jedi’lar arasında mülteci olarak seyahat etmek çok yaygın. Bizi gördüğüne sevinen kimse kalmadı galakside.”

“Rahatla Karen, düşüncelerin aklını karıştırmasın. Bu kadar gergin olmamalısın.” dedi Klo.

“Haklısınız usta.”dedi Karen. “Ama o insanların bu silahlarla iyi bir şey yapmayacağı kesin. Şu an için böyle gözükmese de binlerce insanın hayatı bizim elimizde olabilir. Bu büyük bir sorumluluk.”

“Biliyorum, ama düşüncelerin bunu değiştirmeyecek değil mi?” dedi Klo.

Karen cevap vermedi. Ustası ne derse desin bu düşünceler içini yiyordu. Olabileceklerin aklına geldikçe tüyleri diken diken oluyordu. Yol boyunca düşüncelerine karşı küçük bir savaş verdi. Zihnini temizlemeliydi yoksa düşüncelerini engellemenin bir yolu olmayacaktı. Ustasının dediği gibi bu düşüncelerden sıyrılmayı başardığında mülteci gemisinin ışık hızına atlamak üzere olduğunu fark etti.

Gemide yüzlerce mülteci vardı. Hepsinin birer hikayesi ve gidecek yerleri vardı. Kendileri de tanınmamak için cüppelerini ve kemerlerini saklamışlardı ve üzerlerine basit yelekler giymişlerdi. Bir tarafta görevli droid yemek servisi yapıyordu. Gerçekten boğucu bir yerdi.

Sonra ana kapının üzerindeki ışık hızına çıktıklarını belirten ışık yandı. Artık Tatooine’e ulaşmalarına çok az kalmıştı.
Bölüm 3

Coruscant'ta yeni bir gün daha başlıyordu. Dev güneşin ışıkları, şehir-gezegeni aydınlatmaya başlamıştı. Her sabah olduğu gibi bu sabah da insanlar acele içindeydiler ve sıkışık trafikte işlerine yetişmeye çalışıyorlardı. Hava trafiği sabah, erken saatlerde inanılmaz bir şekilde artardı. Öyle ki araçlar, gökdelenlerin arasında siyah şeritler haline gelirlerdi.

Güneşin yaydığı sıcaklık, uzaktaki Jedi Tapınağı'nın ortadaki kulesinin tepesine doğru yükselmekte olan küçük asansörün içindeki Karen'in içini ısıttı. Çıktıkları kulenin tepesinde Konsey'in toplantı odası vardı. Sade ve dairesel bir odaydı. Sık sık buraya bir görevden sonra rapor vermeye gelirlerdi.

Karen, doğan güneşi izlemeye dalmıştı. Bir önceki gün neredeyse Hawk-Bat yemi oluyorlardı. Ölüme yaklaşmışlardı. Bu düşünceyi aklından silmeye çalıştı. Usta Qui-Gon Jinn'in kılıç eğitiminde ona söylediği gibi ana odaklanmalıydı. Aynı zamanda da Usta Yoda'nın öğütlediği gibi gelecek hakkında da dikkatli olmalıydı.

Gözleri ufku izleyen Ustası Klo'ya kaydı. Orta yaşlarında, 1.80 boylarında bir Corellia'lıydı. Uzun cüppesinin başlığından sarkan, uzun gri saçları gür kaşları vardı. Yüzünde ince çizgiler oluşmaya başlamıştı. Tüm bu özellikler ona bilge bir ifade kazandırıyordu. Tüm Jedi'larda olduğu gibi uzun kahverengi, deri botlarına kadar uzanan koyu kahverengi bir cüppesi vardı. İçinde de kemerinin tuttuğu, sade, krem rengi tuniği vardı.

Klo, onunla padawanı olmadan önce de ilgileniyordu. Kılıç ve Güç eğitimlerinde sık sık onu izlerdi. Karen bunun nedenini hiç sormamıştı, o kadar da merak etmiyordu. Klo'nun padawanı olduktan sonra onu daha yakından tanıma fırsatı buldu. O zamandan beri birçok şey yaşadılar ve işte şimdi buradaydılar. Bir kez daha konseye rapor vermek üzere bu asansöre binmişlerdi. Asansörün camından yansıyan Ustasının ne düşündüğünü merak etti.


------------------------------


Draen Klo düşüncelere dalmıştı. Orada, Coruscant'ın alt katlarında Hawk-Bat'leri, yeşil kılıcıyla bir bir saf dışı bırakırken, bir an için umutsuzluğa kapılmıştı. Eninde sonunda gardım düşecek ve bu benim sonum olacak, diye düşünmüştü, ama Karen onu kurtarmıştı. Başka biri olsa, büyük bir ihtimalle o yorgun ve kontrolsüz haliyle hiç düşünmeden dövüşe katılır ve ölmelerine neden olurdu. Karen böyle yapmadı. Henüz bir padawanken bile çoğu Jedi'ın öngöremeyeceği bir şeyi fark etti ve bekledi, doğru anı bekledi. Gücünü toplamak için bekledi. İşte bu yüzde ona özellikle ilgi duyuyordu. Bu yüzden onu eğitiminin ilk safhasından beri izliyordu. Ondaki, bu büyük potansiyeli hissetmişti.

Onu eğitimine almak için Yoda'ya başvurmasının başka bir nedeni ise eski padawanı Lara'ya olan inanılmaz benzerliğiydi. Aynı ceviz kabuğu rengi saçlar, aynı ela gözler, mimikleri, hareketleri, adeta Lara'nın bir kopyasıydı. Lara, onun için büyük bir kayıptı. Yıllarca eğitimini üstlenmiş, onu küçük bir kızken alıp, genç bir kız olana kadar yetiştirmişti. Onu kızı gibi sevmeye başlamıştı. Hırslı ve disiplinliydi. Padawanlığını tamamlayıp testlere girmesine çok az kalmıştı. Bir görevde, Rodia'ya kadar süren bir araştırma sonunda, aradıkları suç lordunu nihayet bulmuşlardı. Fakat hiç beklemedikleri bir anda pusuya düşürülmüşlerdi. Lara, hayatını kurtarmak için kendisini feda etmişti.

Bu olay onu derinden etkilemişti. Bir Jedi için bağlılık yasak olsa bile, bunca zamandır kızı gibi gördüğü birinin ölümünden sonra hiçbir şey olmamış gibi davranamazdı. Uzun bir süre eski haline geri dönememişti ta ki Karen’i fark edinceye kadar. Karen ona tekrar deneme gücü vermişti. Ona bir Jedi olduğunu hatırlatmıştı. İşte bu yüzden onu eğitmek istemişti.


--------------------------


Kulenin tepesine vardıklarında, asansör yavaşlayarak durdu. Kapı kayarak açıldı. İki Jedi konsey odasına doğru yürüdüler. Kapıya geldiklerinde Klo, her zaman yaptığı gibi Karen’a dönüp onaylayıcı bir şekildi başını salladı. Kapı uğuldayarak açıldı ve geçmelerine izin verdi. Karen ve Klo desenli mermerin üstüde ilerleyerek odanın ortasında durdular. Güneş, odayı çevreleyen camlardan içeriye süzülüyordu. İkisi de eğilerek selam verdiler.

Hilal şeklinde dizilen koltuklarda çeşitli ırklardan Jedi Ustaları oturuyordu. Ortada Usta Yoda, sağında Mace Windu ve solunda Cerea’lı Ki-Adi-Mundi vardı.

“Usta, istediğiniz gibi, silah yüklü geminin pilotu Tan’dan aldığımız ismi bulmaya gittik ve onu sorguladık. Bize Coruscant Liman Güvenliği’nde tanıdıkları olduğunu ve eski bir arkadaşına olan borcunu ödemek için, yüklü bir miktar kredi karşılığında, onlardan bir süre gözlerini kapamalarını istediğini söyledi. Bahsettiği arkadaşının ismini almayı başardık. Tatooine’de bir hurdalık işletiyormuş, sanırım paravan olarak. Adı Zelan Granm.”

“Tedirgin edici bu bilgiler Usta Klo, tedirgin edici.” dedi Yoda.

“Bu bilgilerin doğru olduğuna emin misin? “ diye sordu Mace Windu.

“Evet Usta, eminim. Adam biraz direndi fakat zihni gerçekleri söylemekten kaçamadı. Daha da önemlisi, yanılmıyorsam bu gemideki silahlar aradıklarımızın tümü değil.”

“Daha fazla olduğunu mu düşünüyorsun? “ diye sordu Mace rahatsız olarak. “Adama gemiyle ilgili sorular sorduğumda önce gemi ve silahlar hakkında çoğul konuştu ve sanırım daha sonra hatasını anlayıp tek gemi varmış gibi devam etti.”

“Durum sandığımızdan daha kötü demek. Siz ne düşünüyorsunuz Usta Yoda? “ diye sordu Ki-Adi-Mundi.

Yoda, yüzünü ekşiterek koltukta kıpırdandı. Konseydekiler ağzından çıkacakları bekliyordu. “Yanılmıyorsan eğer, büyük bir tehlike altında Coruscant Usta Klo. Acilen bulunması gerekiyor tüm silahların. Bulmaya git, Tatooine’e öğrendiğin bu yeni ismi. Bizi götürecektir aradığımız cevaplara.”

“Evet, Usta” dedi Klo ve ekledi, “Usta Yoda bir şeyi daha belirtmek istiyorum. Dün, aşağı katlarda bir sorunla karşılaştık. Farkında olmadan tehlikeli bir Hawk-Bat sürüsünün bölgesine girdik, onlar da bize saldırdı. Biz, gerçekten zor bir durumdaydık, fakat padawanım soğukkanlılığını korudu ve büyük bir akıllılıkla oradan çıkmamızı sağladı. O olmasaydı, oradan hiç çıkamayabilirdik.”

Karen’in dudaklarında küçük bir tebessüm belirdi ama Usta Yoda’yı duyunca hemen ciddileşti.

“Büyük bir ilgiyle takip ediyorum eğitimini Padawan Karen. Büyük bir potansiyelin var. Büyük bir Jedi olacaksın.” dedi Yoda.

Sadece teşekkür etmenin en iyisi olacağını düşündü ve “Teşekkürler Usta.” dedi.

“Hepsi bu kadarsa gidebilirsiniz” dedi Mace Windu. “Güç sizinle olsun.”

Tekrar eğildiler ve asansöre yöneldiler. Asansör bu sefer aşağı doğru inmeye başladı. “Hepsi öğretileriniz sayesinde Usta.” dedi.

“Bu kadar alçakgönüllü olma Karen. Övülmeyi hak ediyorsun. Birçok Jedi düşünmeden kılıcına sarılırdı ama sen düşünerek doğru olanı yaptın. İşte bir Jedi güçlü yapan budur. Bundan asla vazgeçme.” dedi ustası elini Karen’in omzuna koyarak. “Bu akşam eşyalarını topla yarın yola çıkıyoruz.”

“Peki Usta.” dedi Karen ve güneşle arasındaki araçları seyretmeye başladı. Güneş tepeye çıkarken onlar, aşağı indi.

16 Eylül 2008 Salı

Bölüm 2

Uzun zamandır koşuyorlardı. Karen, artık Güç’ün yardımıyla bile yorulmaya, tökezlemeye başlamıştı. O kadar fazla dönüş yapmışlardı ki Karen, daire çizdiklerini düşünmeye başlamıştı. Birbirinin aynı, dar ve pis sokaklar, sonu görünmeyen duvarlar yeni bir sokağa her saptıklarında, onları karşılıyordu. Coruscant’ın zemini bir labirentten farksızdı. Tek fark buranın çıkışının yukarıda, ışığın ve hayatın olduğu yerde olmasıydı.

Kaslarına yeterli oksijenin gitmemesi nedeniyle, her adımı ona acı veriyordu. Tüm bunlar Güç’teki kontrolünün gevşemesine neden oluyordu. Bu kadar yorgun olmasına karşın, ustası pek yorulmuşa benzemiyordu. Tabii ki ustasının Güç’ü kullanma becerisi ondan çok daha fazlaydı ve kuşkusuz onu ayakta tutan şey de buydu.

-----------------------

Draen, Karen’in gücünün son kırıntılarını kullandığını kolaylıkla sezebilmişti. Güç’ten istediği yardım suya atılan taşın yarattığı dalgalar gibi ona ulaşmaktaydı.

“Az kaldı Padawan, biraz daha dayan,” dedi Güç’ü kullanarak.

Daha önce de Coruscant’ın alt bölümlerine inmişti ama sadece çok kısa bir süre için. Bu lanetli yerden çıkmanın tek yolunun buraya geldikleri koyu gri hurdaya benzeyen speedera ulaşmak olduğunu biliyordu -özellikle aracın bir döküntü gibi görünmesini istemişti, bu sayede etraftaki serseriler speederın değersiz olduğunu düşünüp dokunmazlardı-. Bunun için hangi yolu izlemesi gerektiği hakkında hiçbir fikri yoktu; onca dönüş ve sapıştan sonra hatırlaması neredeyse imkânsızdı çünkü. Onu yönlendiren sadece Güç’tü. Tıpkı kendi ustasının söylediği gibi “düşünmüyor, hissediyordu”. Sağa, sonra iki kez sola. Klo da dönüşlerin sayısını kaçırmıştı ama Güç onu asla yarı yolda bırakmazdı. Güç onun müttefikiydi.

----------------------

Karen tam anlamıyla tükenmişti, koşmayı sürdürmek için büyük bir çaba harcamaktaydı ama ustasının hızına yetişemiyordu. Doğru düşünme yetisini kaybetmeye başlamıştı sanki, dikkatini toplamakta zorlanıyordu. Ter içinde kalan cüppesi ve tuniği giderek ağırlaşmaktaydı. Hava, artık önünü ancak görmesine izin verecek kadar aydınlıkta ama Karen bunun gerçekten güneşin batmakta oluşundan mı yoksa yorgunluktan gözlerinin kararmasından mı olduğunu kestiremiyordu. Yıldızları görmeyi umarak başını biraz yukarı kaldırdı. İki yanında uçsuz bucaksız uzanan devasa binalar dizisi gökyüzünü görmesini engelliyordu.

Güç’te yankılanan bir ses yavaşça ona ulaştı: “Speeder sağdaki ilk sokağın sonunda. Devam!” Ustasının sesi biraz da olsa rahatlamasını sağladı ama adımlarını yeniden hızlandıran asıl neden Güç’ün onları yalnız bırakmadığının bilincine varmasıydı. Karanlıkta görmek gibi bir şeydi bu his, birinin sizi hep kolladığını bilmek gibi…

Düşüncelerinden sıyrılıp dikkatini tekrar yola verdi. ustası iyice uzaklaşmıştı. Klo aniden kayarak durdu ve sanki biri ona seslenmiş gibi geri döndü. Karen hiçbir şey anlamayarak kendisine doğru koşmaya başlayan ustasına baktı. Koşarken kılıcını eline almış ama aktive etmemişti. Bir şeyler haykırıyordu ancak Karen onu anlamadı. Sonra kulaklarında yankılanan şu cümle bitkin düşmüş bedenini sarstı:

“Yere yat! Karen yere yat!”

Genç kız bu komuta anında tepki verdi. Kendini yere attığı anda üstünden bir karartının geçtiğini gördü. Onca bitkinliğine ve şaşkınlığına karşın bu şeylerin ne olduğunu hatırlayıvermişti. Bunlar hawk-bat’di.. Bu kadar yakından hiç görmemişti onları. Tapınakta sabah kahvaltısında genellikle hawk-bat yumurtası verirlerdi. Dev kanatlarıyla uçarak hareket eden bir canlıydı. Hatırladığı kadarıyla rahatsız edilmedikçe tehlikeli sayılmazlardı. Genellikle büyük gruplar halinde dolaşırlardı. Sırtları mor ve mavi tonlarında bir renkle kaplıydı. Bölgelerini koruyan hayvanlardı ve şu anda yaptıkları şey de tam olarak onların bölgesine girmekti. Islak zeminde sürünerek kendini bir çöp konteynırının yanına çekerek sırtını duvara yasladı.

Tam o anda ışın kılıcının o bildik açılış vızıltısını duydu ve yeşil bir ışık huzmesi geçti önünden. Kılıç karanlığı yırtarak önüne çıkan hawk-bat’leri tek tek saf dışı bırakmaya başlamıştı. Karen karanlıkla ışığın dansını izlemeye koyuldu. Kılıç, öldürücü ama bir o kadar da kontrollü saldırılarla yolunu açıyordu. Ustası kılıcı bedeninin bir parçası, kolunun uzantısı gibi kullanmaktaydı. Karen orada öylece oturmak yerine ustasına yardım etmesi gerektiğini düşündü ama geçmişteki hatalarından yeterince ders almıştı; şu anda bu kadar bitkin ve gücü zor kontrol eder bir haldeyken dövüşe katılması sadece kendini ve ustasını tehlikeye atması demek olacaktı. Yapabileceği en iyi şeyin, gücünü toparlamak için biraz da olsa dinlenmek olduğunu biliyordu.

Hawk-bat’lerin sayısı bitmek bilmiyor gibiydi. Ustası da kendisi kadar koşmuştu ve şimdi de son derece hızlı ve hırçın bir sürüyle sonu gelmez bir savaşı sürdürmekteydi. Onunda giderek yorulduğunu ve dikkatinin dağılmaya başladığını fark etti. Neyse ki şu an için kontrol halâ ustadaydı. Sadece kılıcını değil, iki saldırı arasında geçen sürede dev kanatlı hayvanları kendinden uzak tutmak için Güç’ü de ustalıkla kullanmaktaydı.

Dövüşün ateşi içinde Klo bir an için arkasını savunmasız bırakmışı. Karen iki hawk-bat’in hızla yaklaştığını gördü. Kendini yeterince topladığını düşünerek Güç’ü çağırdı ve çelik bir yumruk gibi iki hayvanın üstüne gönderdi. Hayvanlar yandan şiddetli bir darbe almışçasına savrulup duvara çarparak yere düştüler.

Karen artık iyice yorulmuş olan ustasına baktı,”Bir şeyler yapmam gerek,” diye düşündü. Dayandığı duvardan doğruldu ve kafasını tamamen boşaltarak bir durum değerlendirmesi yapmaya çalıştı. Hawk-bat belli bir yerden geliyor olmalıydılar. Yüzünü hayvanların bardaktan boşalır gibi geldikleri yöne doğru çevirdi. Göğü gölgeleyen binalardan birinin cephesindeki derin bir çatlaktan çıkıyorlardı. Bu çatlağı hemen kapatması gerekiyordu. Çevresine bakındı. Solunda, deliği kapamaya yetecek büyüklükte bir moloz yığını gördü. Güç’ü daha rahat kanalize edebilmek için elini molozlara doğru uzattı; biraz zorlanarak yığını kaldırdı. Etrafında olanları kafasından silmeye çalışarak kendini bütünüyle yaptığı işe odaklamıştı. Düşüncelerini harekete geçirerek elini çatlağa doğru savurdu. Aynı anda moloz yığını da büyük bir hızla ivmelenerek binaya doğru uçtu ve yolundaki hawk-bat’leri de önüne katarak olanca hızıyla çatlağa çarptı. Göğü tırmalayan binadan bir toz bulutu yükseldi. Karen kılıcın savrulma seslerini halâ duyabiliyordu. Bir süre sonra toz bulutu dağılınca fırlattığı moloz yığınının çatlağı tümüyle kapatmış olduğunu gördü. Bir saniye sonra da ışın kılıcının kapanma sesini duydu ve ustasına doğru döndü.

Yorgunluktan yüzü ter içinde kalan Klo soluk soluğa ellerini dizlerine dayadı ve kesik kesin nefes alarak,”Gerçekten iyi işti padawan, galiba ölümden döndük,”dedi.

Karen alçakgönüllülükle, “Öğretilerin sayesinde Usta,” diye yanıtladı.

Ustası kılıcını beline takarken genç kıza bakmadan konuştu. “Speedera ulaşmak için az bir yolumuz kaldı. Hawk-bat’ler çoktan başka bir yoldan buraya doğu gelmeye başlamışlardır, acele edelim.”

Kalan yolu zorlanmadan geçip binalar ve fonla uyumlu renginden ötürü -Karen ustasının bu iç karartıcı rengi neden seçtiğini şimdi anlamıştı- dikkat çekmeyen speedera ulaştılar. Çok kısa bir süre sonra havalanmış ve yükselmeye başlamışlardı. Batmakta olan güneşin kızıl ışıkları yorgun ve görevini başarmanın huzuruyla dolu yüzlerine vuruyordu.

Klo sessizliği bozdu: “Aşağıda söylemeye vaktim olmadı ama yaptığın şey çok akıllıcaydı. Ayrıca arkamdan gelen hawk-bat’leri çok iyi bir şekilde saf dışı bıraktın. Güç senin içinde bir nabız gibi atıyor; gelecekte çok iyi bir Jedi Şövalyesi olacaksın.”

Karen sesindeki muzip tınlamayı saklamaya gerek duymadan, “Teşekkürler usta,” dedi ve yan gözle ona bakarak ekledi. “Zorlandığınızı görünce uyanıp yardım edeyim dedim.”

Klo da gülümseyerek yanıtladı: “Orada yaptıklarını Konsey’e anlatmayı düşünüyordum ama madem ki bu kadar alçakgönüllüsün, kimseye bir şey söylemem, merak etme.”

Karen tam cevap vermeye hazırlanırken çenesini tutmanın kendisi için çok daha iyi olacağını fark ederek sustu. Ustası aklından geçenleri okumuş gibi, “Ben de öyle düşünmüştüm,” diye gülerek baktı kızın yüzüne.

Ağır ağır Coruscant’ın modern ve canlı katına doğru yükseldiler. Batan güneşin gökdelenlerin arasından, bulutların yaratıcı şekilleriyle birleşerek süzülen ışınları inanılmaz güzellikte bir resim oluşturmaktaydı. Karen içini çekerek arkasına yaslandı ve önünde uzanan güzelliğin tadını çıkartmaya koyuldu.

Speeder trafikteki öteki araçların arasına karışmış, hızla tapınağa doğru ilerliyordu.

15 Eylül 2008 Pazartesi

Gerçeğin İki Yüzü

Bölüm 1

Günün ilk ışıkları Coruscant'ın dev binalarını aydınlatırken dev gezegen-şehir bir rüya gibi gözüküyordu. Her şey sanki bir dekor gibiydi. Binlerce gemi binalar arasında süzülüyor, gezegen adeta bir vücutmuş gibi hareket ediyordu.

Ne yazık ki bu güzellik sadece Coruscant'ın görünen yüzüydü. Yüzlerce katlı dev binalardan aşağı doğru inildikçe şehrin temellerine ulaşılıyordu. Burası adeta yukarda olup bitenlerin zıttı gibiydi. Aslında gezegenin gerçek tabanının burası olmasına rağmen, binlerce yıl içinde yapılan gökdelenler burayı betondan ve metalden bir bataklığa çevirmişti. Güneşin ışıkları gökdelenler sebebiyle bu kadar derine çok inebiliyordu. Burada günler aynı yerde takılı gibiydi. Gün doğduğunda ışık görüşe el verecek kadar aydınlatıyor, gezegen güneşe arkasını çevirdiğinde zifiri karanlık etrafı bir kara delik gibi yutuyordu.

Sanki şehrin üst ve alt kısmı iki ayrı gezegen gibiydi. Bir kısımda insanlar günlük hayatlarına neşeyle ve sıradanlıkla devam ederken, diğer kısımda hayat bir kabus gibiydi.

--------------------------

Karen hızla koşuyordu. Nefes nefese kalmıştı. Günün hangi bölümünde olduklarını unutmuştu. Kronosuna baktı. Bu iğrenç yerde sadece üç saat geçirmişti, ama bu iç saat ona bir ömür gibi gelmişti. Yer kaygan ve ıslaktı. Çarpık yolda oluşmuş su birikintilerine basınca çıkan su sesi sessizliği bozuyordu. Kalbi, kaslarına yeterli kanı pompalayabilmek için deli gibi atıyordu. Botlarının ve şıpırdayan su sesinden başka bir şey duymuyordu, ama biliyordu. O şeyler arkalarındaydı. Adlarını hatırlayamıyordu-hatırlamak istemiyordu. Koştu.

Önündeki ani sapağı son anda görünce, adımının yönünü aniden değiştirdi, ama kaygan zeminde kayarak duvara çarptı. Bir an için gözleri karardı. Aklından yaşadıkları geçti, yaşamayı istediği şeyler. Bütün bu düşünceleri aslında bir kalp atışı sürede gerçekleşiyordu. Görüşü tekrar düzeldi. Önündeki su birikintisine baktı. Sağ kulağından sarkan örgüsü yüzünün yanındaydı. Yüzü ter ve kir içindeydi. Sonra dudağından düşen bir kan damlası suyu dalgalandırdı.

"Karen, iyi misin?"

Kulağına gelen bu sesi tanıyordu. Kafasını yavaşça kaldırdı. Ona doğru koşarak geliyordu. Sesin sahibi Ustası Jedi Şövalyesi Draen Klo'ya aitti. Kayarak yanında durdu. Derin derin nefes alıyordu.

"Karen bir şeyin yok ya? Hadi evlat, biraz daha dayan. Hadi kalk." Karen kalkmaya çalışırken, ustası da sık sık arkalarına bakıyordu. "Hadi, işte böyle. Sakin ol. Öğrendiklerini hatırla. Güç'e güven."

Karen zorlanarak ayağa kalktı. Kılıcının beline asılı olduğunu gördü ve rahatladı. Kılıcı her şeyiydi. Ustası ona böyle öğretmişti. Kaybetmesi çok kötü olurdu-özellikle böyle bir durumda. Üzerini silkeleyip koşmaya devam etti. Ustasının hemen arkasındaydı. Çok yorulmuştu. Daha önce yaptığı meditasyonları düşündü, güç koruma tekniklerini. Daha önceleri bunu rahat bir ortamda deniyordu. Şimdi ise koşuyordu. Yine de odaklandı ve rahatladı, Güç'e erişti ve onu hisseti bu sanki yeniden yaratılmak gibiydi. Artık yorgunluğu fark edilir derecede azalmıştı.

Aniden Güç onu uyardı. Tehlike yaklaşıyordu...